24 Aralık 2009 Perşembe

tartışma, dinleme midir? anlatma mıdır? sentezleme midir?

akşamları iş çıkışı buluşmak ve dostlarla sohpet etmek. ... Günün en keyifli sayılabilecek bazı anlarından biridir. bu sohpetler saolsun, bize malzeme çıkıyor da iki satır birşeyler karalayabiliyoruz.

dün akşamki enteresan konulardan biri tartışma ve bunun ne için yapılması gerektiği üzerineydi. herhangi bir konu üzerine tartışırken amacımız ne olmalı?

yaklaşımları şöyle özetlemeye çalışayım: tartışırken amaç iyi bildiğimiz bir konu hakkında yanımızdakileri ikna etmek olabilir. Tartışırken eğer konu hakkında hiçbir fikrimiz yoksa ikna olmak ve karşıt fikirleri toplayıp özümsemek; ya da eğer konu hakkında farklı fikirler varsa ikna olmaya da hazır bir biçimde konuyu sentezlemek olabilir.

dün akşam bir konu görüşürken ilginç bir yöntem denedik. bir konu görüşecektik. ancak konuyu doğrudan görüşmek yerine konunun birebir bir alegorisini ortaya attık. bu bence harika bir tartışma yöntemi. tartışanların bir kısmı aslında ne hakkında tartışıldığını bilmeyecek ve alegori hakkında tartışıldığını varsayarak konuşunca, ön yargısız ve yaratıcı fikirler çıkıyor. tavsiye ederim.

şöyle sonuçlara vardık: tartışmak aslında kendi fikrini sunmak için olduğu kadar başka bir fikri de dinlemek için büyük bir fırsattır. Ayrıca kişiler fikirlerini paket olarak sunarlar ama fikirler aslında lego gibi. Bazı parçaları çıkarıp ekleyerek, farklı legolardan sentezleyerek daha mükemmel bir kale yapılabilir. Ayrıca tartışırken fikirlerin mi kaynaştığı yoksa kişilerin mi çarpıştığı, tartışmanın kalitesi ve üretkenliğinin asıl belirleyicisi.

17 Aralık 2009 Perşembe

beklentiler çok ama bedeli de ödenmeli.

yeni yıl yaklaşırken çok moda olan birşey de kişinin yeni yıla dair beklentilerini ve yeni yılda yapacaklarını düşünmesi ve kararlaştırmasıdır. bazılarımız listeler yapar, kimi sigarayı bırakır binbir türlü kararlar alınır. ancak kendimde de kimi yıllar gördüğüm üzere bu kararların ömrü genelde 15 gündür. :)

hepimizin hayata dair beklentileri vardır. bazı şeyleri daha iyi yapabiliyor olmak isteriz. hayatımızın daha güzel olacağını düşünürüz. peki eksik olan nedir? bence bedel ödemek.
eşyanın tabiyatı gereği bir değişime uğraması için değişimin büyüklüğüne paralel bir enerjinin sarfedilmesi gereklidir. örneğin rejime girmek isteyen, istediği gibi görünebilmek için iradesiyle gireceği mücadele de bir enerji sarf etmeli ve kendi alışkanlıklarını yeniden düzenleme konusunda bir bedel ödemelidir.
bir kurumun, bir derneğin üyesi olmak isteriz. bu prestijli bir derneğin de olabilir veya bir spor klübünün de. bazen böyle bünyelere girmek zordur bazense parayı basıp gireriz. ancak bir kısmımız bu üyelikleri heba ederiz. 12 ay spora üye olur sadece ilk 1 buçuk ay gideriz. aradığını bulabileceğine emin olduğun şeyi istemek te önemli...

biriyle beraber olmanın, sevilmenin, birilerine gıcık olmanın bile bedeli var. hayatta bişeyleri hepimiz istiyoruz ama çok azımız istediğinin bedeli olarak bişeylerden yoksun kalmayı veya ciddi bir miktar çaba sarfetmeyi göze alabiliyoruz.

dolayısıyla yeni yılda zamanımı, istediklerimi listelemek yerine, bu istediklerimi gerçekleştirecek gücü ve fedakarlığı kendi içimde bulabilmeye harcama kararı aldım:)

10 Aralık 2009 Perşembe

yaşarken ölünüz...

çok sevdiğim yazarlarımızdan ahmet ümit'in bab-ı esrar kitabını okuyordum.kitapta bilge bir sufinin kitabın kahramanı ingiliz bayanla paylaştığı hikaye çok güzel, üzerine düşünmeye çok değer. teşekkürler ahmet ümit:))

metni yazardan alıntı olmaması için kendi aklımda kaldığı kadarıyla paylaşıcam.

zamanın birinde seyid isimli biri dostlarından biriyle çadırında oturup söyleşirken hizmetkarı içeri girmiş ve sel felaketinde kırk devesinin kaybolduğunu söylemiş. hiçbir tepki vermeyen seyid "hamdolsun" demiş ve sohpetine kaldığı yerden devam etmiş. üzerinden bir süre geçtikten sonra hizmetkar yeniden huzuruna girip kırk keçisinin doğurduğunu müjdelemiş. hiç istifini bozmadan yeniden "hamdolsun" demiş ve lafa kaldığı yerden devam etmiş.
bunun üzerine misafiri, ona önce bir felaket haberinde üzülmemesinin sonrasında da harika bir müjde alınca sevinmemesinin sebebini sormuş.
seyid yanıtlamış: "kötü haber geldiğinde gönlüme baktım bir üzüntü, kararış var mı diye ve olmadığını görünce hamdolsun dedim. iyi haber geldiğinde de yüreğime baktım, bir coşku, bir sevinç var mı diye ve olmadığını görünce hamdolsun dedim. bu dünyada mal, mülk gelip geçer ama yüreğin bir kez karar dı mı veya kabardı mı, eski haline getiremezsin"

bu hikayeyi okuduktan sonra kendi yüreğime baktım, ve yüreğimi bir şekle şemale sokmak gerektiğini düşündüm:))

3 Aralık 2009 Perşembe

korkuyom korkuyom:)

herkese sık sık oluyor mudur bilmiyorum ama bahsedeceğim durum ara ara benim başıma gelir. hayatımıza bazen yeni bir fikir girer veya çok iyi bildiğiniz bir olgu, sanki kendisini hatırlatmak istercesine önünüze çıkıverir. sonra bu fikir sanki hayatımıza tesadüfen değil de bilinçli olarak girdiğini ispatlamaya çalışırcasına birkaç gün içinde farklı farklı kişiler ve olayların içinden bize gülümser. ve biz her o konuyu yeni konuştuğumuz kişiye şaşkın bir gülümsemeyle: "daha biz de tam dün bununla ilgili konuşmuştuk falancayla..." diye anlatırız.

bu hafta etrafıma sürekli dolaşan konu: korku.

çok sevdiğim kişinin:) zaman zaman günlük faaliyetleriyle ilgili çekincelerini sevimli sevimli benle paylaşmalarını sıklıkla yaşarım. ve bu kervana zaman zaman ben de katılırım. "aceba falanca işim rast gider mi? ya ürünüm bozuk çıkarsa, ödeme alamazsak vs.vs."

geçen gün takip etmeye başladığım bir blog da, "gelin yeniye yer açalım" başlıklı bir sunum izledim. çok güzeldi, tavsiye de ediyim (sufi-saja.blogspot.com). ana fikri geleceğin bize olumsuzluklar getireceğinden korkarak etrafımızda sakladığımız lüzumsuz şeyleri birilerine vermekti. geleceğin bize daha iyisini getireceğine güvenmek, aynı zamanda böyle bir geleceğe de çağrı niteliği taşıyor.

bir başka arkadaşımla beyoğlu'nda söyleşirken, konunun içinde bir de baktım korku yine. geçtiğimiz aylarda yaşanan ekonomik KRİZ!! ve etrafımızda hatta kendimizde bile gördüğümüz, sadece bu krizin beraberinde getirdiği korkulardan dolayı yaşanan kayıplar veya kaçırılan fırsatlar.

ben de korkuya bu hafta bana ne hatırlatmak istediğini anladığımı belirtmek istiyorum, bu sebeple yazıyorum. korku, benim anladığım ve arasıra kendime hatırlattığım kadarıyla olumsuz enerjinin en saf hali. hani meşhur star wars ta da dediği gibi: "korku bizi öfkeye, öfke nefrete ve netretse bizi ıstıraba götürür." hayatımızda, karşımıza bize yetecek ve hatta bizim ihtiyacımız olan kadar fırsat çıkacak, bizi olgunlaştıracak kadar acı ve sıkıntı çekeceğiz ve hepsinden tadıp ta zıplayacağız bir başka diyara. böyle bakınca, ne için olursa olsun endişelenmek anlamsız geliyor. ama bazı günler gel de bunu yazanın kendisine anlat, durumu yaşanıyor:))

1 Aralık 2009 Salı

çevremizdeki doğayla ilişkilerimiz

geçtiğimiz bayram sırasında gittiğimiz tatilde bir çok keyifli sohbetler ettik.
kaldığımız otel biraz da kozmopolit ziyaretçileri ağırladığı için bazı muhabbetlerim
yabancı turistlerle oldu.

bir sabah kahvaltı sırasında bir turist çiftle başladığım basma kalıp muhabbetin içinden çok ta hoş bir bakış açısı edindim. bahse konu çifti selamlayıp ülkemizi beğenip beğenmediklerini sordum. çok beğenmişlerdi. ben de birkaç başka sorudan sonra kurban kesimi görüp görmediklerini merak ettim. evet görmüşlerdi. "peki bu size nasıl geldi?" dediğimde hiç te beklemediğim bir cevap aldım.

bu yabancı bayan diğer yabancıların çoğunluğunun tersine kurban kesimine çok farklı bir ritüel olarak bakıyordu. ayrıca kurbanı sadece dini bir ritüel olarak görmüyor ve herkesin yaşaması gereken bir farkındalık olarak yorumladı. hergün önümüze gelen, mesela bifteğin, bize aslında nasıl da sıradan geldiğini bana hatırlattı. yemeğimiz önümüzde son halini alana kadar bir başka canlının biz o keyfe varalım diye herşeyinin elinden alındığını sıklıkla unuttuğumuzu hatırlattı. canlılarla aramızdaki kopukluğu ve tabağımızdaki yemeğin sırtımızdaki ceketin aslında bir başka canlının canı, kanı olduğunu; bu ritüelle daha da iyi anlamalıyız. günümüzde hayvanların canının alındığı bu süreçten biz modern insanlar neredeyse steril yaşıyoruz. elbetteki kurban kesmek sırasında ortaya çıkan görüntü üzücü ama hergün yüksek rakkamlarda hayvanın kesiminden tamamen bihaber gibi yaşamak ta biraz duyarsız bence.

etrafımızdaki bizden yaratılış olarak daha basit veya savunmasız olan canlılara(bu insan olur, veya hayvan olur) saygı gösterebiliyorsak, tabiatın her yanından biz daha iyi yaşayalım diye feda edilenlere müteşekkir olabiliyorsak ve tabiatın insan tarafından kullanımının lüzumsuz, zalim ve aşırı olanına tepki duyabiliyorsak; belki de daha iyi insanlar olma yolunda ilerliyoruzdur.

23 Kasım 2009 Pazartesi

evrenin yardım çağrısı

geçtiğimiz günlerdeki bir sohpetimizde tartıştığımız bir konu vardı ve bu konu ile ilgili nicedir kendi özel köşemde sesli düşünmek istiyordum.

mevzumuz şöyleydi, bir kişi ısrarlı bir biçimde farklı farklı kanallardan birinden maddi yardım talebinde bulunuyor ve sonunda mütekerrir denemeler sonucunda bu kişinin yüreğinin yağını eritiyor. ancak tartışma da tam burda başlıyor. acaba etik olarak ısrarlı biçimde kendine lazım olanı alıncaya kadar istemesini bilene mi yardım edilmeli? yoksa madem ki yardım edilmeye karar verildi araştırılıp bulunabilecek sessiz ve çaresiz bekleyen daha ihtiyaçlı birine mi?

bu konuda pek çok görüş ortaya çıktı ve ben hepsini bir açıdan haklı buluyorum. yani aslında en doğru olanı herkesin kendi doğrusunu yapmasıdır.

bana göreyse, ben biraz daha ilahi, kaderci bir yaklaşımdayım. bize gelen her yardım talebi aslında sadece yardım isteyen kişiden gelen bir talep değildir. adına kim ne isim koyarsa koysun aslında yardımı istediği anda bizi onun karşısına çıkaran bir güç vardır. dolayısıyla bize gelen her yardım çağrısını aslında evrenden gelen bir çağrı olarak algılamalıyız. tabi burda, sorgusuz sualsiz yardım etmeliyiz demek istemiyorum. sorgusuz sualsiz her yardım çağrısını ciddiye almalı ve araştırmalıyız.

ayrıca daha ihtiyaçlı olana yardım yapılması gerekir diye ortaya atılan fikre de farklı bir yaklaşım getirmek isterim. izafiyet... her birimiz farklı maddi olanaklara sahibiz. ancak olanaklarımız ne kadar farklı olursa olsun, herbirimizin içinde bulunduğumuz maddi dünyayı manevi olarak algılayışımız, tatmin veya eksiklik hissimiz benzerdir. dolayısıyla belki maddi olarak daha fakir olan biri içinde yaşadığı koşullardan bunalmamışken, bu kişiden daha iyi durumdaki biri yaşadığı hayat koşullarından bunalmış olabilir. hayatımızdan memnun değilsek yardımın tesadüfen önümüze düşmesini beklememeli ve etrafımızda aramalıyız.

uzun lafı kısa kesmek gerekirse, kanımca bir yardım çağrısını önyargılardan uzak, ciddiye alınmalıdır. elimizden gelebilecek birşey değilse bile birinin bizi gerçekten dinlemesi bile aslında sorunun çözümünde katkı olabilir. (ama bitirsin de gitsin diye değil, gerçekten dinlemesi....) eğer içeriği sahte değilse ve elimizden gelebilen birşeyse bunu yapmak sadece bizi ve ötekini iyi hissettirmekle kalmayacak, temelde dünyayı daha güzel bir yer haline getiren yolun taşlarından biri olacaktır.

18 Kasım 2009 Çarşamba

sadece kelimeler mi kifayetsiz...

herkes ortaya bir fikir atıyor. bişeyler yazıyoruz, bir sohpet esnasında
sözü alıyor ve kendi fikrimizi anlatıyoruz. ancak kafamızdakini karşımızdakilere
izah etmek pek zor, hatta belki de imkansız bir sanat.
kimi zaman söylemek istediklerimizi söylecek doğru kelimeleri bulamıyoruz ve
lafı geveliyoruz. bazense tam harika anlattık derken karşı tarafta istediğimiz
imgeleri yaratmadığına şahit olabiliyoruz.

kelimeler çoğu zaman yeterli olmuyor. mesela geçen yaptığımız bir sohpette,
konu yeni tanıştığımız kişilerle senli mi sizli mi konuşmak üzerineydi.
örneğin bir restoranda size servis yapan garsona nasıl hitap etmelidir.
"sen" demek onu aşağı bir konuma sokar mı? bize hizmet ediyor
bile olsa diğer tüm insan kardeşlerimize gösterdiğimiz saygıyı göstermek adına ona "siz" mi demeliyiz?
yoksa tam tersine masadaki "bize denk" (özellikle tırnak içinde yazdım) olan arkadaşlarımıza sen diye hitabederken bir başkasına aşağı bir konumda kalmasın diye siz diye seslenmek aslında kişinin konumunun zaten "aşağıda"!! olduğunu kendi bilinçaltımızın dışavurumu olarak tastik ettiği midir? bu konuyu ingilizler değişik elealmış doğrusu. birbirlerine tekil olarak seslenmiyorlar. ancak o yöntemde de herkes herkesle arasına belli bir mesafe koyuyor.
en güzelini orhan veli demiş:
"bilmezdim şarkıların bu kadar güzel kelimelerinse kifayetsiz olduğunu..."

fikirler de çok ilginç olgular. kafamızdaki bir fikri en kifayetli kelimelerle bile anlatsak
beklenmedik etkiler yaratabiliyor. kimi zaman bir fikrimizi paylaşır ve sonrasında "anlaşılmamış hissettim" deriz. ama şu da bir gerçek ki: fikirler bir parfüm gibidir. şişede başka ve her tende de başka kokar.

fikrini beyan eden bizler aslında epeyice kibire kapılabiliyoruz zaman zaman. istiyoruz ki biz söyleyelim ve herkes bizim söylediğimiz gibi anlasın, öyle alsın. bize düşen söylemek, yazıp ortaya bırakmak. bence, evren o mesajı sadece gerekli yerlere ulaştıracak ve her kim ne alması gerekiyorsa onu alacaktır. bu konuya bağlı olarak geçenlerde duyduğum ve paylaşmak istediğim son bir söz ise şöyle: "yeryüzündeki her tür çatışma temelde sadece yanlış iletişim veya iletişimsizlikten kaynaklanır"...

selam

10 Kasım 2009 Salı

kazanma ve başarma hırs ve azmine dair

hayat insanın karşısına pek çok kişi ve pek çok kişiyle beraber
onların tüm hikayelerini de getiriyor.
sanki bir kitap gibi okuyoruz, ve su gibi içiyor
sonra da özümseyip sonuçlara varıyoruz.
üzerine biraz düşünmek istediğim bir konuda başarma hırsı.


çoğumuzun hayatta çeşitli hayalleri vardır, bunların bazıları ulaşılabilir
bazılarıysa ütopik hayallerdir. hayaller aslında her sabah yataktan kalkıp
evden çıkmamızın ve her ne yapıyorsak onu yapıyor olmamınız en kuvvetli
itici gücüdür. bazı yaptıklarımız hayallerimize doğrudan ulaşmak için kazanımlar
sağlamaya, bazılarıysa hayallerimizi gerçekleştirebileceğimiz dolaylı araçları
elde etmeye hizmet eder.


kimi hayallerimiz ulaşılması pek güç ve uzun süreçte gerçekleşebilecek hayaller olmasına rağmen biz kendimizi onu elde etmemiz gerekenden daha çabuk elde edebileceğimize inandırır veya belki de elde edemeyeceğimiz birşey olmadığına bile inanırız. ve hayatla beraber akmayı aşıp hayatı itmeye çalışırız. işte bu hırsın karanlık yüzü diye isimlendirdiğim şey.

hırs, aynı dürtünün belli bir eşiğin altında olumlu enerji olduğu, ama ulaşamamız güç olan hedefleri zorlamaya dair arttığı zaman, olumsuz yıkıcı bir enerji haline gelmekte. her türlü olumsuz enerjinin hem bize hem etrafımıza da tabiki olumsuz etkisi olacaktır.
bence yapıcı hırs ise beraberinde hedefe ulaşamamayı da kabullenmeyi gerektirir.

4 Kasım 2009 Çarşamba

on yıllık farklı hayatlar:)

hayatımın üçüncü 10 yılını tamamlama az kaldığı şu günlerde ileri doğru ilerlerken, arada bir dönüp geriye bakmak çok değişik fikirler canlandırıyor kafamda.

hayatıma baktığım zaman ilk on yılında etrafımda en fazla ailem vardı. bunun yanında okulda kurduğum dostluklar ve öğretmenler. bu yıllarda kendime dönüp baktığımda kendimi epeyi rekabetçi, etrafının ona her zaman hayran olduğu için her zaman seveceğini zanneden ve dolayısıyla insanlara karşı çok ta özen göstermeyen, yaramaz ama çalışkan, en uç düzeyde idealleri olan ve herşeyin en iyisini her zaman yapacileceğine kuşkusuz inanan bir ben var.
hayatımın bu evresinde bazan hatırlıyorum, "kesin herkes ölse bile ben sonsuza kadar yaşayan özel biri olurum" tarzı bir his var kafamın içinde. sanki bir he-man sanki bir superman.
bu sonsuz bir mani gibi:))

ancak hayatımın ikinci on yılında çok daha farklı bir kişi var sahnede. yaptığı işlerde çaba harcamadan başarı isteyen ve bu başarıyı elde edemeyen. sanki kızların ve oğlanların daha az beğendiği bir ben. insanlarla ilişkilerde geri planda ve çok ta sevilmediği hissiyle yaşayan ve üzülen. çeşitli yakınlarını kaybetmenin sonucunda aşırı derecede bir ölüm korkusuyla gece karanlıkta yatağında gözleri faltaşı gibi açık, kaygılar içinde. ileriye yönelik tahsil ve kariyer ideallerine erişemeyen, maddi durumlarının yetersizliği gibi bahanelerle kendini avutan. etrafımda daha fazla insan var ve bu insanlarla ilişkileri yönlendirmekten uzak ve hayatının rotasını belirleyemediği için ne orada ne burada, bölünmüş bir ben.

hayatımın üçüncü on yılı ise bambaşka. bu defa etrafımda başka başka kişiler de var. bu daha dalgalı geçen bir on yıl. sanki önceki iki sürecin tirbülansı ve dengeleyen bir dönem. bazı başarılar, bazı başarısızlıklar. bazı yeni kurulan dostluklar ve bazı başarısız süren arkadaşlıklar. kimi zaman gelen, kendine aşırı bir güven, kimi zamansa yaptığı dünyevi işlerin başkalarıyla karşılaştırıldığında çok yüzeysel ve küçük çapta kapasite gerektirecek vizyonsuz şeyler olduğuna kaanat getiren bir güvensizlik. yeni bir ailenin ilk tohumlarıyla birlikte gelen büyük bir mutluluk hali ve dinginlik. bu dinginliğin getirdiği maddi ideallerin önemsizleşmesi ve gerçek çıkarsız sevgiye verilen önemin artması. diğer herşey de türbülans olduğu gibi bu dönemin başlarında da ailem hayatımın bayağı kenarındayken, sonlarına doğru tekrardan merkezine yerleşiyor.

bunca yılın sonunda baktığınızda insan hayatının üçüncü on yılında hayatına ve arkadaşlarına dair kendi seçimlerini yapıyor ve bu dönem tüm diğer değerler süzülüp kişinin kendi gerçek değerleri su yüzüne çıkıyor. ve bütün bu geçen yıllara baktığım zaman iki şey çok dikkatimi çekiyor. birincisi her zaman herkes tarafından çok sevilmiş olmak istemem. ikincisi ise bu sevginin samimiyete, mertliğe ve karşılıksız olmasına verdiğim aşırı hassas! önem. ama bunlardan biri daha süzülüyor ve artık önemli olan herkesin sevdiği gözde kişi olmak değil, kendi küçük çemberinde mutlu ve doğru-mert bir hayat sürmek. ileriye dair aşırı maddi idealler yaratmak, çok pırıltılı bir hayat temenni etmek değil, hayatın pınarından kabımız kadar su içebilmek olduğunu hissediyorum.

bir sufinin çok güzel dediği gibi:
İnsanın çömlekten farkı olmamalı. Nasıl ki çömleği tutan dışındaki biçim değil, içindeki boşluk ise, insanı ayakta tutan da benlik zannı değil, hiçlik bilincidir.

hayatımızın dördüncü on yılında sanırım içimizdeki eksiklikle barışma ve bunun aslında bütünlüğe ulaşmanın tek yolu olduğunu kavramakla geçirmemiz gerekicek.

sevgiyle
bencu

5 Ekim 2009 Pazartesi

acemi bir kalemin!:) paylaşıma ithafen..

hayatı sorguladıkça görüyorumki aydınlanmaya yaklaştığım
ve sonra bir anda elimden kaçırdığım anlar oluyor.



beni mutlu eden şey sevmek midir yoksa sevip karşılığında sevgi alabilmek midir?

hayatımın bazı safhalarında sevip-sevilmek demiş olsam da zaman zaman hatırladığım
gibi sevebilmektir aslında.
kendini sevebilmek, kendine biraz benzeyeni sevebildiğin gibi kendinden tamamen
farklı olanı ve hatta hatta kendini sevmeyeni de sevebilmek.
aslında tüm fiziki keyiflerden daha tatminkar.



hepimiz tanrının suretinde yaratıldık ve bazılarımız ışığıyla aydınlanırken bazıları da karanlıkta
kalır. ama eğer aydınlıkta olduğumuzu düşünüyor ve buna rağmen birilerine karşı antipati ve kızgınlık besliyorsak aceba gerçekten aydınlıkta mıyız diye tekrar durumumuzu gözden geçirmemiz gerekebilir.



hepimiz hem çok zayıf hem de aydınlanmış, kudretli olma potansiyeline sahibiz ve yönümüzü kendimiz belirliyoruz. içinde bulunduğumuz çevrenin çeşitli unsurlarından korkmak, nefret etmek veya sevmek seçeneği tamem bizim özgür irademizde. ama bilmemiz gerekirki güçlü, kudretli olmayı istemek aslında karşıt güçlerin birbirini itmesi prensibiyle çalışır. güçlü, bütün olmak istedikçe başkalarının bizden daha yetersiz olmasını ister ve onları kıskanırız. oysa aslında "bir" arada olmayı istedikçe ve sevgi bağıyla "birleştikçe" içimizdeki yanlız, güçsüz ve zayıf benlikten kurtulup aydınlanırız. varlığından memnun, kudretli bir ruh olarak bütün hale geliriz.



bu dünyada bir amacı yerine getirmek için varız, ve bunun farkına varmadan da bir sonrakine geçme ihtimali her zaman mevcut...

10 Eylül 2009 Perşembe

yokluk olmadan varlığın anlamı yoktur!

bu dünyaya iki ana temayı deneyimlemeye geliyoruz.
olmak ve de olmamak.
hepimizin içinde zaman zaman bir eksiklik duygusu oluşur. ve bu eksiklikler tüm güvensizliklerimizin sebebidir.
bazan bir yakınımızı kaybederiz, ve hele de zamansız ayrıldıysa aramızdan
kendimize "neden?" "neden ben?" sorularının sorarız. böyle bir kayıpta olan bir yakınımızın
yanına oturduğumuzda, yüzüne bakıp ona tek diyebileceğimiz: "hiçbir sebebi yok, ve aslında tamamen haksızlık!" deriz.

hayatımız boyunca birileriyle tanışacağız, yeni dostlar kazanacağız, ailemize yeni bireyler katılacak; ama bir yandan da birileriyle darılacağız, bazı sevdiklerimiz uzaklara gidecek ve bağlantımız kopacak, ve bazılarını da kaybedeceğiz. yani aslında sistem gayet kendi doğasında
muntazaman çalışıyor. ama ve "olmak" ı çok sevip anlarken, "olmamak"ı hiçbirimiz kabul edemiyor ve anlamlandıramıyoruz.

çocukken sahilde saatlerce uğraşıp yaptığımız kumdan şatoları, gelemeyeceğini sandığımız bir dalganın yutup çekilmesini hepimiz izlemişizdir. hayatımızın daha ileri safhalarında da çocukluğumuzdakine benzer kumdan kalelerimizin zaman zaman yıkılmasını izleriz. ve ilerliyen yaşların getirdiği sorumluluklarla beraber, bu sefer kumdan kaleleri sevdiklerimize yuva olsun diye inşa etmişizdir. tekrardan yapamayacağımız kadar yüce kumdan kaleler yiterken içimizde bir hüzünlü acı ve boğazımızda bir burgu bırakır.

bunlar hepimizin yaşadığı çok doğal süreçler ve bazı kayıpları taze taze yaşarken elimizde kalan diğer "var"lıkların kıymetini (zaten epeyice biliyor bile olsak) daha da iyi bilmenin önemini farkederiz. yokluk olmadan varlığın anlamı yoktur.
insan doğası, tanrının bir lütfu olarak alışır ve kayıpların acısı bitmese de diner.
ve her zaman en uzun gecelerin sonunda bile ufukta hafifte olsa bir ışık görünür, tekrardan bişeylere mutlu oluruz... :))

10 Ağustos 2009 Pazartesi

uyumlu olmakla kişinin sınırları arasındaki ince çizgi

hepimizin insanlarla kurduğumuz ilişkilerde farklı bir tarzı var. kimimiz hayat çemberinin merkezine kendini koyar, kimimizse çemberin o kadar kenarında dururki neredeyse kendisi kapı dışarı olacak denli yakındır sınıra. ve asıl enteresan olanı da kişi sabit değildir bu çemberde.


hayatının bazı devirlerinde daha verici daha az alıcı iken çeşitli etkileşmeler ve olaylar sonucu
kendi çemberinde yer değiştirebiliyor. oysa bizler birbirimizi değerlendirirken genelde bu çemberlerin sarsılmaz katı nesneler olduğunu varsayarak düşünüyoruz. bildiğimiz, tanıdık gelenin dışında bir durum, genelde hayal kırıklığı yaratabiliyor. insanoğlu öngörülebilir ve tutarlı olmayan davranışları genelde sevmiyor.

insanın arkadaşlarına, tanıdıklarına kucak açması ve kendinden fedakarlıklar yaparak paylaşması çok güzel bir deneyim, ancak genelde çoğu kişi elindekini (her ne olursa; sevgi, zaman, para, mekan) en azından denk bir karşılık bekleyerek paylaşır. mesela zor durumda birine yardım ettiysek, yardım ederken karşı tarafa sanki karşılıksızmış gibi satarız ama kendimiz zor duruma düştüğümüzde yardım etmemeleri bir hayalkırıklığı tetikler içimizde.

daha az karşılık bekleyerek veya karşılıksız sevmek ve paylaşmak aptallık mıdır? aslında sevgilerin en erdemlisi diye de tanımlanabilir ama yine de size akıl verecek bütün arkadaşlarınız: "aptallık ediyorsun onun umrunda değilsin sen kendini ..... diye yırtıyorsun" tarzı klişelerle yaklaşır. bu tarz egosuz kişiler sayıları nadir olmakla beraber dünyanın en mutlu insanlarıdır.
konuyla ilgili diğer bir uç grup ise hayatta sadece kendi hesabına yaşayan bütün ilişkilerde her zaman sadece matematiği kullanan ve olayın sosyal, duygusal yönlerini hiç hesaba katmayanlar vardır. bu rasyonel grubun karşısındakine beslediği yakınık tamamen karşı tarafın fonksyonelliği ve faydası ile orantılıdır. ilişkiden beslendiği sürece yakınlık gösterir ve ve karşı taraf faydalı gelmemeye başladığı zaman yeni hesaplar yapmaya başlar. ancak bu grupta gerçek yakınlığı, ve hayatta güvende olma hissini yakalayamaz.

kanımca insan, ilişkilerinde kendi çemberinin içinde fazla merkeze veya kenarlara kaymamalı, ayrıca farklı durumlara göre hareket edebilmelidir. bazen karşımızdakinin durumu daha kırılgan ve desteğe ihtiyaçlıdır, böyle durumda daha anlayışlı ve verici olabilmeliyiz. ancak suistimal de edilmemeli, buna tatlılıkla engel olmalıyız. yoksa bu sebepten gerilmiş bir ilişkiden iki tarafta kayıpla çıkar. aynı şekilde, ilişkide olduğumuz insanları hep aynı tepkileri veren bir yazılım gibi görmemeli ve onların değişimlerini doğru okuyup kendimizi ilişkinin yeni dinamiğinde doğru konumlandırabilmeliyiz.

genel olarak herkesi koşulsuz sevmeye çabalamalıyız ama sevgi siyah veya beyaz değildir. sevgimize daha fazla karşılık verenlere daha fazlasını paylaşmaya, daha az hakkedene de öfke duymak yerine daha azını vermeye çalışmalıyız. kapıları kapatmak mutluluk getirmez, onun yerine aralık bırakmalı ve kapattıklarımızı da geri dönüp aralamalıyız.

30 Temmuz 2009 Perşembe

güven duyabilmek

insan denen varlık çoğunlukla sürü halinde yaşar. hayatta pek çok şeyi paylaşarak yaparız.
çalışıp üretirken, gezip tozarken pek çoğumuz ekip halinde faaliyet gösterir, işleri paylaşırız.
böyle bir yapıda, pek çok bilgi kişiden kişiye aktarılır, pek çoğumuz diğerlerinin yapmak üzere söz verdiği işleri yapacağını varsayarak atılımlar yaparız. bizler tüm evrende olan biteni kontrol edebilen varlıklar olmadığımız için güven diye adlandırdığımız mekanizmayı oluştururuz.


güven hakikatten ilginç bir olgu. bir kişinin kendi standartlarımıza göre "güvenilir" olduğunu elle tutulabilir delillerle kanıtlamak mümkün değildir. bu tamamen bir başkasının, o kişi hakkında nesnel olarak yaptığı bir varsayımdır. aynı durum tersi yani "güvenilmez"lik için de geçerlidir. iş hayatında paramızı ve iktidarımızı, arkadaşlık hayatımızda manevi yatırımımızı her zaman belli bir güven veya güvensizlik duygusuyla hareket ederek konumlandırırız.

güvene çok kapsamlı tanımlar yapılabilir, ama özünde güven istatistiki bir altyapıya dayanan bir tahmin, bir kumardır. sevdiğiniz veya sevmediğiniz birinin karmaşık kişiliği içinden bir davranış veya tepki , bir dürtü deseni çıkarmaya çalışırız. böylelikle karşımızdaki kişi belli durumlarda hoşumuza giden şekilde davranıyorsa o kişiyi belli bir kalıpta değerlendirmeye başlar ve örneğin severiz, güvenilir buluruz. ancak bu kalıp bozulduğunda hayal kırıklığına uğrarız, güvenimiz sarsılır.

kişi başkalarının bir işi yerine getireceğine veya kendisine sadık kalamayacağına emin olamaz; peki kendi kendinden emin olabilir mi...? gördüğüm kadarıyla aslında bir kişi bile pek çok farklı kısımdan oluşur. kişiliğin bu farklı birimleri kendi içinde sürekli çatışır. kişilik ise kişinin bu farklı kısımların süperpozisyonudur. örneğin çok sevecen tatlı ve barışçıl insanların bile içinde çok fazla itilip kakılmış ve muhtemelen itildiği için öfkeli bir yıkıcı kişi vardır. ancak kişinin hayata dair içinde verdiği "sevici mi? yıkıcı mı?" savaşını, örneğin her zaman sevici tarafın kazanacağı ne malum?

bu açıdan bakınca aslında güven veya güvensizlik gibi varsayımsal duygular izafi kalıyor. ama pek çoğumuz hayatımızdaki ilişkileri güven mekanizmasını referans alarak oluşturuyoruz. ilginç olan, güven oluşturulması çok zaman alan yavaş bir süreçken, "güvensizlik" çok hızlı oluşabiliyor. Ayrıca kişi, güvendiği birine, çok ta güvenilir olmayan kaynaklardan alınan bilgi ile bilgiyi sorgulamadan güvenini yitirebiliyor. kime ve neye güveneceğimiz konusunda kendimizi klişelerden kurtarmalı ve düşünsel tembelliğe düşmemeliyiz.

güven kişinin içindeki olumlu yapıcı enerjiyi simgeleyen bir duygudur. konular hakkında yargılamalar güvenin ışığında ama aklı kullanarak yapılmalıdır. karşıdaki unsurun kusurlu bir varlık, yani insan olduğunu unutulmamalıdır. kısa zamanda aşırı güvene kapılanlar hayal kırıklığına uğradıklarında çoğunlukla ötekini kabahatli bulur.

güveni yavaş yavaş, aklı da kullanılarak inşa eden; olumsuz olaylarda hemen karar almak yerine eldeki verileri gözden geçiren; olumsuz veriler doğru ise yıkıp atmak yerine olumlu duygularla güveninin sınırlarını revize edebilen kişiler; ilişkilerinde yarattıkları pozitif enerjinin faydasını mutlaka görüyorlardır.

27 Temmuz 2009 Pazartesi

çözümü kendinde aramak..

hayat önümüze binbir sorun ve sıkıntı getirebiliyor zaman zaman.
ama bu sorunlardan bunalanlar; herşeyi tam gibi görünen kişilerin de zaman zaman hayatlarının donuk ve renksiz olmasını sorun ettiklerini bilmeliler. aslında sorun tamamen kişinin beklentileriyle alakalı. hayattan aldığından ve verdiğinden memnun olabilenler ve olamayanlar diye ikiye ayrılıyoruz.

çoğumuzun hayatında, tam bir çöküş noktası diye tanımlayabileceği dönemler olmuştur.
olmadıysa da ne yazıkki gelecekte bir dönem olabilir :)))
bu durumu nasıl ele aldığımız pek çok şeyi değiştirecektir.
insan çoğu zaman hayatındaki radikal bir girdi veya çıktı (maddi veya manevi) değişiminin getirdiği sıkıntıyı sadece beklentilerini değiştirerek bile çok kolay atlatabilir. ama çoğumuz eski hayatımıza sıkı sıkıya sarılmak isteriz. o koşullar tekrar gerçekleşmediği sürece bir daha mutlu olmayacağımıza kendimizi inandırırız.

tabiatın temel kanunu: yeni koşullara daha hızlı ve kolay adapte olabilen varlıklar bir kademe ileriye geçer.

bazen mutluluk ve huzur, bomboş bir kumsalda sert bir rüzgara karşı direnen bir uçurtmanın ipinin ucundadır. bazen yanında birinin olduğunu bilmektir. ve görüyorumki; mutluluk, büyük bile olsa dertleri sıkıntıları bir köşede kontrol altında tutup, hayattan keyif almaya devam etmektir.

22 Temmuz 2009 Çarşamba

spor fanatikliği...

futbol 20.yy ın güzel icatlarından biri.
biz erkeklerin saldırma ve rekabet güdülerini oturduğu yerden bira içerek giderebileceği
ortam yaratıyor. çok güzel bir modern savaş oyunu.
farklı ordular, üniformalar, bayraklar, savaşın kuralları, destek ve galibiyet.
ve futbol izleyerek güzel zaman geçirip birbirimizle gerçekten savaşmak zorunda kalmıyoruz..... mu aceba???


bazımız birkaç saat içimizdeki vahşi hayvanı uyandırıp sonra tekrar uykuya yatırırken
bazılarımıza bu yetmeyebiliyor. aynı ekipten olmayan arkadaşlarıyla da yaşamında
sorun yaşamaya başlıyor. hatta aynı ekipten olup yeteri kadar fanatik olmayan arkadaşlarını bile kendinden biri olarak görmeyebiliyor. kendi olmaktan uzaklaşıp, zamanla takımın bir uzantısı gibi olmaya başlıyor. mutlu olacağı veya sinirli olacağı günleri, kimi sevip kimi sevmeyeceği tamamen kendi kişiliğiyle alakasız olaylar tayin ediyor. hatta bazan kişinin ana teması ve konusu bu oluyor ve bundan başka olayı bile olmayabiliyor.

bir takıma gönül vermek ve kaybettiğinde üzülebiliyor kazandığında sevinebiliyor olmak daha doğrusu hayatta herhangi bişeye tutku duymak harika birşey, ama insanın bırak bir takıma kendi kendine bile aşırı!!! bir tutkuyla, fanatik duygularla bağlanmasını çok doğru bulmuyorum. bu aşırı nitelemesinden kasıt hakkaten aşırıdır...

kişinin tuttuğu bir takımı olması ve hayattaki yakın-uzak tüm çevresiyle bu rekabet üzerinden de bir olayı olması güzel. hatta bu dialog samimi dostlarla "nasıl k.duk dün size" kıvamında bile olabilir, karşılıklı saygı sevgi ve anlayış olduğu sürece.
her zaman en iyi olmuyor olmayı kabullenebilmek ve etrafımızdakilerin bizimle bunun üzerinden şaka yollu uğraşmasıyla durabilmek kişi için olumlu bir durumdur.

takım tutma işinde bir ironi de şudur: takım taraftarlığı, rakip takım ve taraftarı olmadığı sürece aslında hiçbir anlam ifade etmez. sadece tek ekibin kendi içinde sürekli karışık takımlar yaparak oynadığı oyunlar olduğunu düşünün, kesinlikle rağbet görmezdi bence. dolayısıyla bireylerin özünde karşı tarafa bir saygı duyuyor olması gerekir. karşı tarafı kendimize rakip olmaya değer eşitimiz olarak işaretlediğimizi unutuyoruz genelde.
düşünün mesela "mersin idman yurdu" taraftarı gelip laylay saatlerce bağırsa mel mel bakarız onlara ne patırtı ediyorlar diye ama rakibimiz geldiği zaman biz de başlarız carcara. dolayısıyla elbette karşı taraftan daha iyi olamadığımız durumlarda olumsuz duygular hissediyor olabilir ama rakibimize her zaman saygı duymalıyız, duymadığımız durumda aslında kendimize saygı duymuyoruzdur...

bazılarına takım tutmak çok yakışıyor, cool duruyor üzerlerinde çok saygın taşıdıkları için. bazıları da saldırgan ve ayrımcı olup, nefret edebileceği bir "öteki"!!? yaratarak tatmin arıyor. rekabet güzel şey insana sürekli kendini geliştirebileceği bir çıpa sunuyor ama husumet heleki özünde kişinin kendi kendiyle olan husumeti olmasından dolayı kimseye fayda sağlamayacak, yüceltmeyecektir...

20 Temmuz 2009 Pazartesi

bu name sabihin alamancı eğitimlerinden.

insanları anlamak zor iş.
neden.
çünkü olaya tek boyutlu bakıyoruz.

yani etrafımızdaki insanları kendimiz gibi zannediyoruz;
"ben böyle yapmazdım o zaman karşımdaki "öteki" böyle davranıyorsa kötüdür."


ancak işler öyle yürümüyor dünyanın en büyük icatlarından olan insan o kadar basit işlemiyor ne yazıkki. ama çok ta karmaşık olduğu söylenemez.


sabih'in eğitmeninin anlattığı şekliyle insanın karakteri şu şekil özetlenebilir;


insan karakteri iki eksenden oluşan x-y ekseninde bir bir eliptik alandır. bu önemli!!! insan karakteri bir nokta değildir bir alandır!! benzer olan ama tıpatıp aynı olmayan durumlarda da farklı tepkiler verebilir.

bu eksenlerden biri tutarlık-değişkenlik(esneklik) diğeriyse yakınlık-mesafelilik miş.

karşınızdaki kişinin karakter alanı tutarlıya daha yakınsa ve siz de daha esnek bir karakter iseniz tutarlı tarafından güvenilmez olarak algılanmanız çok kolay.
örneğin tutarlı biri ile esnek biri buluşmak için program yaparlar. tutarlı yer ve saat belirlemek isterken diğeri "kolay olur konuşuruz" modunda olabilir. aralarında birbirlerinin farklı olduklarını algılamadıkları sürece sıkıntı oluşabilir.
tutarlı kişiler olayları doğru ve yanlış olarak değerlendirirken daha esnek kişiler yapılabilir-yapılamaz olarak düşünür.


karakterin diğer ekseni (yakınlık-mesafe) de aynı basitlikte çalışırmış. bazı kişiler daha yanlız hareket eden ve takım içinde yer almayan kişilerken diğerleri daha fazla temastan hoşlanır.
yakın karakter de aynı şekilde mesafeli karakteri "kendisini sevmeyen" olarak algılayabilir. vsvs


işte e.q. bu noktada devreye giriyor. çağımızda artık bilginin bekareti bozulduğu için
gizemli olma sırası duyguya geldi. kimileri karşısındaki insanların duygu ve düşüncelerini daha hızlı algılayıp kendi duygularını ağırlığı altında ezilmeden doğru process ederek ilişkiyi yönetebiliyor.


e.q. geliştirilebilir birşey midir bilmiyorum ama insanlarla ilişkilerde sorunun karşı tarafta olduğunu düşünüyorsanız doğru yaklaşımda değilsiniz.
Eğer ilişkiyi sağlıklı yönetemiyorsak diğer tarafın olduğu gibi bizim de konu ile ilgili zayıf olduğumuz bir taraf var demektir.

"şehir"in esiriyiz.

şehirde doğmuş büyümüş gençleriz, ama bizim doğduğumuz şehir bugün yaşadığımız şehir de değildi. pendik ve tuzlanın anadolunun, güneşlinin ise trakyanın uzak beldeleri olduğu bir şehirde doğduk. küçükken sokakta oynardık. evet babalarımız gibi oyuncağımızı kendimiz yapıp ağaçlara çıkmazdık ama sokakla bahçeyle iletişimimiz iyi kötü vardı. bugün "şehir"de yaşıyoruz ve modern yaşamın demokrasilerinde özgür insanlar olduğumuzu zannediyoruz.

evet seçme ve seçilme hakkı elimizde ama "seçeneklere" de biz mi karar veriyoruz aceba??

çok farkında hayat yaşayan azınlık tafyadan bahsetmiyorum elbette;
ama genelimiz işimizin nerde olacağına ve ne olacağına dahi tamamen özgür irademizle ile karar veremiyoruz. daha keyifli olacağını düşündüğümüz daha az maaşlı bir işe değil, en iyi maddi koşulları bulabildiğimiz işe giriyor ve o işin kurallarına uymayı seçiyoruz. çoğu sabah aynı saatte kalkıp aynı yerlere gidiyor, benzer işleri yapıyoruz. ama fight club gibi filmleri de çok seviyoruz.
sosyal yaşamımız bile zaman zaman bu eksende ilerleyebiliyor.

yaz gelince "şehir"den tatil emri çıkıyor. kimimiz tatilköylerine veya gelişmiş tatil beldelerine gidiyoruz. bazılarımız da egenin akdenizin daha bakir koylarına.

geçen hafta selimiye isimli marmarisin yakınlarında bir koydaydım. tabiki öncesinde de çeşmeye uğradık:)) böyle diyarlardaki basit hayatı gördüğümde acayip ikilem hislerle doluyorum. selimiye yeni inşaat yapmanın pek te kolay olmadığı!, eski köy evleriyle dolu yemyeşil mis gibi bir yer. yaz aylarında, az miktarı karayolu daha fazlası da yelkenlileriyle turistler geliyor, eğlenmekten ziyade dinlenmek amaçlı. bölge insanı da bu vesile ile geçimini sağlıyor.

bana anlatıldığı kadarıyla, oranın ilkokul çocukları bahar aylarında okuldan deniz kıyısındaki pansiyon olarak işletilen evlerine gelir, önlüğü deniz kıyısında çıkarıp ödev niyetine denize girermiş. yani tatil emri beklemiyorlar kimseden. kendi canları ister istemez tatile başlıyorlar. belki de tek beklentileri de bu zaten, maddesel tutkuların kölesi değiller. şehirdeki gösterişli evleri arabaları ıvırı zıvırı görmedikleri için talep te etmemişler.

denizin, güneşin, yeşilin ve hayallerinin tadını çıkarıyorlar. ayrıca gerçek zenginliklere aslında buranın insanı sahip. balı bal, zeytini zeytin, bademi badem; bunlara benzeyen yaldızlı cam kavanozlardaki suretlerini tüketmiyorlar. yumurtalar da organik niye çünkü tavuklar organik:) bahçede otlayan allahın tavuğu bunlar.

seçimlerimizi kendimiz yapabildiğimiz masalıyla kandırılıyor olabilir miyiz?
evet seçimlerimize biz hükmediyoruz belki ama tutkularımıza kim hükmediyor?

8 Temmuz 2009 Çarşamba

her gün sabah 9 da işine giden, sonra bütün gün müşteriye gitmek hariç ofisinde oturan,
öğle yemeğini masasında yiyen biriyim...
bugün bir arkadaşımla iş çıkış saatlerinde zaman uyduramadığımız için öğlen yemeğe buluşalım dedik.
ortaköyde saat 1den 2 ye bir öğle yemeği yedik, ordan da müşteriye gittim, sanki haftasonuymuş gibi. bugün 1 değil 3 saat fazladan da çalışsam hiçbişey beni yoramaz gibi geliyor.

insanın hayatında kalite arayışı bir firmanın kalite sistemi gibi sonsuz bir yolculuk olmalıdır.
sigarayı bırakırsınız, yemeğinize dikkat edersiniz, sağlığınıza önem gösterirsiniz bunlar güzel ama kendinize kaliteli zaman parçacıkları yaratıyor muyuz?

arkadaşımın çalıştığı reklam ajansını gezmeye gittim. 3 katlı bir villada, rahat bir çalışma ortamı var.
üst katın yarısı toplantı odası öbür yarısı da patronun odası, ikisinin önünde güzel bir teras var.
arkadaşıma soruyorum "patron çok çalışır mı?" öğreniyorum ki çok çalışırmış, gece 10lara 11lere kadar.
terasa çıkıyoruz ve soluma baktığımda bir koltukta elinde sigarası güzel balkon manzarasına karşı öğlen keyfi yapıyor. kendi kendime "işte çok çalışan adamın!!! keyfine bak" diyorum.

demekki başarının anahtarlarından biri de kişinin an be an kendini tazeleyebilmesi, sürekli yenilenmiş enerjiyi benliğinde bulundurmasıymış....

7 Temmuz 2009 Salı

ilkler ve birlik...

bir.inci yazı önemlidir, ilk intibayı verir.
öyle çok iyi bir intiba bırakmayı hayal etmemek lazım, hayal kırıklığıyla başlamak iyi değildir.
mesela birinci yazıyı bir kişi okuyup beğense bu güzel bir gelişme olur kanaatindeyim.


konu tabiki 1:)) 1 sayısı güzel "bir" sayıdır. tüm diğer sayılar ondan oluşur...


heryerde olmaya çalışmak boşa bir çabaymış.
çünkü herşeye yetişmeye, yeryerde bulunmaya çalışan aslında hiçbiryerde gerçekten var değildir; ama 1 yerde gerçekten varolan kişi aslında heryerdedir.
bu blog olayı da bu açıdan iyi bir mevzu bence...
mesela; daha genç olduğum zamanlarda, küçük arkadaş grubumuzun en az 2-3 kişi toplandığı heryerde olmak ister bunun için büyük çaba harcardım. Önemsiz bir evde oturma faaliyetine bile katılamıyor olsam eksik kalmış hissederdim, ama hayat hala ilginç yollarla gösteriyorki, tüm toplanmalarda olmak ve buna harcanan zaman ve enerji yerine kişinin aynı enerjiyi kendi özgün benliğinde toplaması onu tüm diğer bir-liklere kolaylıkla bağlayıveriyor. kendi benliğimizde başkalarından taklit özellikleri toplayarak değil, arkadaşlarımıza sadece kendimizin sunabileceğimizi sunmamız mutlu bir-i olmamıza yeter de artar bile.

dolayısıyla ilk yazımı eğer varsanız siz okuyanlara şunu ifade ederek bitirmek istiyorum.
bu yazılar tabiki kendimiz için yazılmıyor birileri okuyacak diye yazılıyor.
yani tabiki çırılçıplak gezemeyiz bu yazılarda ama en azından mümkün olduğunca açık ve şeffaf yani kendimiz gibi bir-i olarak yazıp birşeyler paylaşmak istiyorum. paylaştıkça daha güzel şekillenicek içimizdekiler ve hepimize değer katıcak:)