olmak ve de olmamak.
hepimizin içinde zaman zaman bir eksiklik duygusu oluşur. ve bu eksiklikler tüm güvensizliklerimizin sebebidir.
bazan bir yakınımızı kaybederiz, ve hele de zamansız ayrıldıysa aramızdan
kendimize "neden?" "neden ben?" sorularının sorarız. böyle bir kayıpta olan bir yakınımızın
yanına oturduğumuzda, yüzüne bakıp ona tek diyebileceğimiz: "hiçbir sebebi yok, ve aslında tamamen haksızlık!" deriz.
hayatımız boyunca birileriyle tanışacağız, yeni dostlar kazanacağız, ailemize yeni bireyler katılacak; ama bir yandan da birileriyle darılacağız, bazı sevdiklerimiz uzaklara gidecek ve bağlantımız kopacak, ve bazılarını da kaybedeceğiz. yani aslında sistem gayet kendi doğasında
muntazaman çalışıyor. ama ve "olmak" ı çok sevip anlarken, "olmamak"ı hiçbirimiz kabul edemiyor ve anlamlandıramıyoruz.
çocukken sahilde saatlerce uğraşıp yaptığımız kumdan şatoları, gelemeyeceğini sandığımız bir dalganın yutup çekilmesini hepimiz izlemişizdir. hayatımızın daha ileri safhalarında da çocukluğumuzdakine benzer kumdan kalelerimizin zaman zaman yıkılmasını izleriz. ve ilerliyen yaşların getirdiği sorumluluklarla beraber, bu sefer kumdan kaleleri sevdiklerimize yuva olsun diye inşa etmişizdir. tekrardan yapamayacağımız kadar yüce kumdan kaleler yiterken içimizde bir hüzünlü acı ve boğazımızda bir burgu bırakır.
bunlar hepimizin yaşadığı çok doğal süreçler ve bazı kayıpları taze taze yaşarken elimizde kalan diğer "var"lıkların kıymetini (zaten epeyice biliyor bile olsak) daha da iyi bilmenin önemini farkederiz. yokluk olmadan varlığın anlamı yoktur.insan doğası, tanrının bir lütfu olarak alışır ve kayıpların acısı bitmese de diner.
ve her zaman en uzun gecelerin sonunda bile ufukta hafifte olsa bir ışık görünür, tekrardan bişeylere mutlu oluruz... :))
Her şey zıttıyla vardır zaten. Kötüleri olmasa iyiler nasıl değer kazanırdı değil mi?
YanıtlaSil