23 Kasım 2009 Pazartesi

evrenin yardım çağrısı

geçtiğimiz günlerdeki bir sohpetimizde tartıştığımız bir konu vardı ve bu konu ile ilgili nicedir kendi özel köşemde sesli düşünmek istiyordum.

mevzumuz şöyleydi, bir kişi ısrarlı bir biçimde farklı farklı kanallardan birinden maddi yardım talebinde bulunuyor ve sonunda mütekerrir denemeler sonucunda bu kişinin yüreğinin yağını eritiyor. ancak tartışma da tam burda başlıyor. acaba etik olarak ısrarlı biçimde kendine lazım olanı alıncaya kadar istemesini bilene mi yardım edilmeli? yoksa madem ki yardım edilmeye karar verildi araştırılıp bulunabilecek sessiz ve çaresiz bekleyen daha ihtiyaçlı birine mi?

bu konuda pek çok görüş ortaya çıktı ve ben hepsini bir açıdan haklı buluyorum. yani aslında en doğru olanı herkesin kendi doğrusunu yapmasıdır.

bana göreyse, ben biraz daha ilahi, kaderci bir yaklaşımdayım. bize gelen her yardım talebi aslında sadece yardım isteyen kişiden gelen bir talep değildir. adına kim ne isim koyarsa koysun aslında yardımı istediği anda bizi onun karşısına çıkaran bir güç vardır. dolayısıyla bize gelen her yardım çağrısını aslında evrenden gelen bir çağrı olarak algılamalıyız. tabi burda, sorgusuz sualsiz yardım etmeliyiz demek istemiyorum. sorgusuz sualsiz her yardım çağrısını ciddiye almalı ve araştırmalıyız.

ayrıca daha ihtiyaçlı olana yardım yapılması gerekir diye ortaya atılan fikre de farklı bir yaklaşım getirmek isterim. izafiyet... her birimiz farklı maddi olanaklara sahibiz. ancak olanaklarımız ne kadar farklı olursa olsun, herbirimizin içinde bulunduğumuz maddi dünyayı manevi olarak algılayışımız, tatmin veya eksiklik hissimiz benzerdir. dolayısıyla belki maddi olarak daha fakir olan biri içinde yaşadığı koşullardan bunalmamışken, bu kişiden daha iyi durumdaki biri yaşadığı hayat koşullarından bunalmış olabilir. hayatımızdan memnun değilsek yardımın tesadüfen önümüze düşmesini beklememeli ve etrafımızda aramalıyız.

uzun lafı kısa kesmek gerekirse, kanımca bir yardım çağrısını önyargılardan uzak, ciddiye alınmalıdır. elimizden gelebilecek birşey değilse bile birinin bizi gerçekten dinlemesi bile aslında sorunun çözümünde katkı olabilir. (ama bitirsin de gitsin diye değil, gerçekten dinlemesi....) eğer içeriği sahte değilse ve elimizden gelebilen birşeyse bunu yapmak sadece bizi ve ötekini iyi hissettirmekle kalmayacak, temelde dünyayı daha güzel bir yer haline getiren yolun taşlarından biri olacaktır.

18 Kasım 2009 Çarşamba

sadece kelimeler mi kifayetsiz...

herkes ortaya bir fikir atıyor. bişeyler yazıyoruz, bir sohpet esnasında
sözü alıyor ve kendi fikrimizi anlatıyoruz. ancak kafamızdakini karşımızdakilere
izah etmek pek zor, hatta belki de imkansız bir sanat.
kimi zaman söylemek istediklerimizi söylecek doğru kelimeleri bulamıyoruz ve
lafı geveliyoruz. bazense tam harika anlattık derken karşı tarafta istediğimiz
imgeleri yaratmadığına şahit olabiliyoruz.

kelimeler çoğu zaman yeterli olmuyor. mesela geçen yaptığımız bir sohpette,
konu yeni tanıştığımız kişilerle senli mi sizli mi konuşmak üzerineydi.
örneğin bir restoranda size servis yapan garsona nasıl hitap etmelidir.
"sen" demek onu aşağı bir konuma sokar mı? bize hizmet ediyor
bile olsa diğer tüm insan kardeşlerimize gösterdiğimiz saygıyı göstermek adına ona "siz" mi demeliyiz?
yoksa tam tersine masadaki "bize denk" (özellikle tırnak içinde yazdım) olan arkadaşlarımıza sen diye hitabederken bir başkasına aşağı bir konumda kalmasın diye siz diye seslenmek aslında kişinin konumunun zaten "aşağıda"!! olduğunu kendi bilinçaltımızın dışavurumu olarak tastik ettiği midir? bu konuyu ingilizler değişik elealmış doğrusu. birbirlerine tekil olarak seslenmiyorlar. ancak o yöntemde de herkes herkesle arasına belli bir mesafe koyuyor.
en güzelini orhan veli demiş:
"bilmezdim şarkıların bu kadar güzel kelimelerinse kifayetsiz olduğunu..."

fikirler de çok ilginç olgular. kafamızdaki bir fikri en kifayetli kelimelerle bile anlatsak
beklenmedik etkiler yaratabiliyor. kimi zaman bir fikrimizi paylaşır ve sonrasında "anlaşılmamış hissettim" deriz. ama şu da bir gerçek ki: fikirler bir parfüm gibidir. şişede başka ve her tende de başka kokar.

fikrini beyan eden bizler aslında epeyice kibire kapılabiliyoruz zaman zaman. istiyoruz ki biz söyleyelim ve herkes bizim söylediğimiz gibi anlasın, öyle alsın. bize düşen söylemek, yazıp ortaya bırakmak. bence, evren o mesajı sadece gerekli yerlere ulaştıracak ve her kim ne alması gerekiyorsa onu alacaktır. bu konuya bağlı olarak geçenlerde duyduğum ve paylaşmak istediğim son bir söz ise şöyle: "yeryüzündeki her tür çatışma temelde sadece yanlış iletişim veya iletişimsizlikten kaynaklanır"...

selam

10 Kasım 2009 Salı

kazanma ve başarma hırs ve azmine dair

hayat insanın karşısına pek çok kişi ve pek çok kişiyle beraber
onların tüm hikayelerini de getiriyor.
sanki bir kitap gibi okuyoruz, ve su gibi içiyor
sonra da özümseyip sonuçlara varıyoruz.
üzerine biraz düşünmek istediğim bir konuda başarma hırsı.


çoğumuzun hayatta çeşitli hayalleri vardır, bunların bazıları ulaşılabilir
bazılarıysa ütopik hayallerdir. hayaller aslında her sabah yataktan kalkıp
evden çıkmamızın ve her ne yapıyorsak onu yapıyor olmamınız en kuvvetli
itici gücüdür. bazı yaptıklarımız hayallerimize doğrudan ulaşmak için kazanımlar
sağlamaya, bazılarıysa hayallerimizi gerçekleştirebileceğimiz dolaylı araçları
elde etmeye hizmet eder.


kimi hayallerimiz ulaşılması pek güç ve uzun süreçte gerçekleşebilecek hayaller olmasına rağmen biz kendimizi onu elde etmemiz gerekenden daha çabuk elde edebileceğimize inandırır veya belki de elde edemeyeceğimiz birşey olmadığına bile inanırız. ve hayatla beraber akmayı aşıp hayatı itmeye çalışırız. işte bu hırsın karanlık yüzü diye isimlendirdiğim şey.

hırs, aynı dürtünün belli bir eşiğin altında olumlu enerji olduğu, ama ulaşamamız güç olan hedefleri zorlamaya dair arttığı zaman, olumsuz yıkıcı bir enerji haline gelmekte. her türlü olumsuz enerjinin hem bize hem etrafımıza da tabiki olumsuz etkisi olacaktır.
bence yapıcı hırs ise beraberinde hedefe ulaşamamayı da kabullenmeyi gerektirir.

4 Kasım 2009 Çarşamba

on yıllık farklı hayatlar:)

hayatımın üçüncü 10 yılını tamamlama az kaldığı şu günlerde ileri doğru ilerlerken, arada bir dönüp geriye bakmak çok değişik fikirler canlandırıyor kafamda.

hayatıma baktığım zaman ilk on yılında etrafımda en fazla ailem vardı. bunun yanında okulda kurduğum dostluklar ve öğretmenler. bu yıllarda kendime dönüp baktığımda kendimi epeyi rekabetçi, etrafının ona her zaman hayran olduğu için her zaman seveceğini zanneden ve dolayısıyla insanlara karşı çok ta özen göstermeyen, yaramaz ama çalışkan, en uç düzeyde idealleri olan ve herşeyin en iyisini her zaman yapacileceğine kuşkusuz inanan bir ben var.
hayatımın bu evresinde bazan hatırlıyorum, "kesin herkes ölse bile ben sonsuza kadar yaşayan özel biri olurum" tarzı bir his var kafamın içinde. sanki bir he-man sanki bir superman.
bu sonsuz bir mani gibi:))

ancak hayatımın ikinci on yılında çok daha farklı bir kişi var sahnede. yaptığı işlerde çaba harcamadan başarı isteyen ve bu başarıyı elde edemeyen. sanki kızların ve oğlanların daha az beğendiği bir ben. insanlarla ilişkilerde geri planda ve çok ta sevilmediği hissiyle yaşayan ve üzülen. çeşitli yakınlarını kaybetmenin sonucunda aşırı derecede bir ölüm korkusuyla gece karanlıkta yatağında gözleri faltaşı gibi açık, kaygılar içinde. ileriye yönelik tahsil ve kariyer ideallerine erişemeyen, maddi durumlarının yetersizliği gibi bahanelerle kendini avutan. etrafımda daha fazla insan var ve bu insanlarla ilişkileri yönlendirmekten uzak ve hayatının rotasını belirleyemediği için ne orada ne burada, bölünmüş bir ben.

hayatımın üçüncü on yılı ise bambaşka. bu defa etrafımda başka başka kişiler de var. bu daha dalgalı geçen bir on yıl. sanki önceki iki sürecin tirbülansı ve dengeleyen bir dönem. bazı başarılar, bazı başarısızlıklar. bazı yeni kurulan dostluklar ve bazı başarısız süren arkadaşlıklar. kimi zaman gelen, kendine aşırı bir güven, kimi zamansa yaptığı dünyevi işlerin başkalarıyla karşılaştırıldığında çok yüzeysel ve küçük çapta kapasite gerektirecek vizyonsuz şeyler olduğuna kaanat getiren bir güvensizlik. yeni bir ailenin ilk tohumlarıyla birlikte gelen büyük bir mutluluk hali ve dinginlik. bu dinginliğin getirdiği maddi ideallerin önemsizleşmesi ve gerçek çıkarsız sevgiye verilen önemin artması. diğer herşey de türbülans olduğu gibi bu dönemin başlarında da ailem hayatımın bayağı kenarındayken, sonlarına doğru tekrardan merkezine yerleşiyor.

bunca yılın sonunda baktığınızda insan hayatının üçüncü on yılında hayatına ve arkadaşlarına dair kendi seçimlerini yapıyor ve bu dönem tüm diğer değerler süzülüp kişinin kendi gerçek değerleri su yüzüne çıkıyor. ve bütün bu geçen yıllara baktığım zaman iki şey çok dikkatimi çekiyor. birincisi her zaman herkes tarafından çok sevilmiş olmak istemem. ikincisi ise bu sevginin samimiyete, mertliğe ve karşılıksız olmasına verdiğim aşırı hassas! önem. ama bunlardan biri daha süzülüyor ve artık önemli olan herkesin sevdiği gözde kişi olmak değil, kendi küçük çemberinde mutlu ve doğru-mert bir hayat sürmek. ileriye dair aşırı maddi idealler yaratmak, çok pırıltılı bir hayat temenni etmek değil, hayatın pınarından kabımız kadar su içebilmek olduğunu hissediyorum.

bir sufinin çok güzel dediği gibi:
İnsanın çömlekten farkı olmamalı. Nasıl ki çömleği tutan dışındaki biçim değil, içindeki boşluk ise, insanı ayakta tutan da benlik zannı değil, hiçlik bilincidir.

hayatımızın dördüncü on yılında sanırım içimizdeki eksiklikle barışma ve bunun aslında bütünlüğe ulaşmanın tek yolu olduğunu kavramakla geçirmemiz gerekicek.

sevgiyle
bencu